
Aşk Vesaire
Julian Barnes'in öykü kitabı The Lemon Table Serdar Rifat Kırkoğlu'nun çevirisi ile Ayrıntı Yayınları'ndan çıktı. Ben Mart 2004'te kitaptaki The Revival (Yeniden Canlanma) adlı öyküden bir bölümü çevirmeye çalışmıştım:
Edebi hayatının çoğunda olduğu gibi yazdığı oyun aşk hakkındaydı ve kendi hayatında da yazı hayatında da aşk pek işe yaramamıştı. Aşk nezaketi kışkırtabilir, kışkırtmaya da bilir, kibiri ihya edebilir, cildi canlandırır; ne var ki mutluluk getirmez. Niyet edilenle hissedilen arasında hep bir dengesizlik olur. Bu, aşkın kitabında böyledir. Elbette ona hayatının en derin duygularını tattırması anlamında "işe yaramıştı", onu baharda açan ıhlamur çiçekleri gibi yenilemişti ve dünyasını başına yıkmıştı. Efendi huylu bir çekingenlikten görece bir gözüpekliğe yine de teorik -yani harekete geçmeye mecalsiz, trajikomik- bir gözüpekliğe terfi etmişti. Aşk ona ümidin salakça sabırsızlığını, kifayetsizlerin zavallılığını, pişmanlığın uğultulu sesini, hatıraların sahte saflığını belletmişti. Aşkı iyi tanırdı, kendini de... Otuz yıl önce Rakitin'in tiradında aşk hakkındaki çıkarımlarını seyirciye şöyle sunmuştu: "Bana göre, Aleksey Nikolayeviç, aynı anda hem mutluluk hem de keder veren aşka kendini kaptırmak gerçek bir felakettir." Bu bölüm de sansürün gazabına uğramıştı.
(...)
Bizim çok bilmiş çağımız selefini boş konuşmakla, lafı dolaştırmakla suçlar. Nedir o kıvılcımlar, alevler, yanmalar, kavrulmalar Allah için! Aşktan mı yangından mı bahsediyorsunuz? "Aşk dediğin kalkmış bir sikle ıslanmış bir amdır." O ayılıp bayılmalara, asil vazgeçişlere bıyık altından güleriz. "Hadi canım sen de, neden işi bitirmedin ki!" Amcık ağzını açtı sik içine kaçtı insanlarıyız biz. "El öpmekmiş! Senin neyi öpmek istediğin belli. Neyden çekindin ki? Off, hem de trende. Dilini oraya sokacaktın, zaten tren senin için hareketi bitiriyor: Tak-tak, tak-tak!"
En son ne zaman birisi elinizi öptü? Öptüyse de yazarın bu işi iyi yapıp yapmadığını nerden bilebilirsiniz? (Ayrıca, en son ne zaman birisi size 'ellerini öpüyorum' diye yazdı?) İşte asil vazgeçişler dünyasının olayı burada. Biz tüketmeyi biliriz, onlar arzuyu. Biz rakamları biliriz onlar umarsızlığı. Biz böbürlenmeyi biliriz onlar hatıraları. Onlarda ayak öpme vardır, bizde ayak fetişizmi. Hala denklemin bu tarafını mı tercih ediyorsunuz. O halde daha basit bir formülü deneyelim: Biz seksi biliriz onlar aşkı...
Belki de yaptığımız tamamen yanlış. Hatamız o şövalye tarzına gerçekçi yaklaşmamak olabilir. Belki de ayak öpmek ezelden beri ayak fetişizmidir. Yazar ona şunları da yazmamış mıydı: "Küçük ellerini, küçük ayaklarını öpüyorum. Öpmeme izin verdiğin vermediğin heryerini öpüyorum." Yazan için de okuyan için de yeterince açık değil mi? Ve madem öyle, tezin tersi de doğru: Bu tür niyetler şimdi olduğu gibi o zamanlarda da bayağıca icra ediliyordu.
Ama mazideki bu usturuplu gaflarla dalgamızı geçiyorsak gelecek asırda da tefe konulmaya hazırlıklı olmamız lazım. Nasıl oluyor da aklımıza bile gelmiyor? Biz evrime inanırız, değil mi; en azından kendimizde mükemmeline ulaşan bir evrim düşüncesine. Ancak benmerkezci kişiliklerimizin de ötesine doğru evrileceğimizi unuturuz. O yaşlı Ruslar daha güzel bir gelecek hayal etmekte bizden çok daha iyiydiler, biz ise boş boş oturup o hayalleri alkışlıyoruz.
0 Comments:
Yorum Gönder
<< Home