Pazartesi, Ocak 02, 2012

Kayıtsızlık Üzerine

Richard Sennett, Saygı’da Brueghel’in İkarus’un Düşüşü tablosu üzerinden "kayıtsızlık" tartışmasını açar. Söz konusu tablo Brueghel’in tüm yapıtları gibi ilgi çekicidir ve ayrıntılı bir gözlem celp eder. İlk bakışta bu sıradan pastoral bir peyzajdır: Ön planda toprağını süren bir çiftçi, aşağıda koyunlarını güden bir çoban, balık tutan bir köylü, arka planda da uzaktaki liman kentine doğru seyreden birkaç yelkenli görülür. Fakat tablonun sağ alt köşesinde bir yerlerde denize düşmüş bir insanın bacakları dikkati çeker. Tablonun adını bilmesek bu bacakların balmumundan kanatlarıyla güneşi fethe çıkan İkarus’a ait olduğundan haberimiz bile olmayacaktır.

Nitekim W.H. Auden Güzel Sanatlar Müzesi şiirinde tablo için şunları söyler:

Güneş olması gerektiği gibi/ Parlıyordu yeşil suda kaybolan beyaz bacakların üzerinde;/ Ve o hayret verici şeyi/ Gökyüzünden düşen bir oğlanı görmüş olması gereken,/ Pahalı şık geminin,/ Varması gereken bir yer vardı/ Ve denizde sakince seyretmeye devam etti.

Yaşamın en olağan akışında İkarus’un müthiş trajedisi neredeyse bir ayrıntı bile değildir. Çiftçi, çoban, balıkçı ve gemidekiler kendi işleriyle meşguldür.

Peki tablo nasıl yorumlanmalı? Bu kayıtsızlık asıl trajedinin köylüler ile gemidekilere ait olduğunu mu gösteriyor? İkarus gibi birileri cesurca sonu bilinmeyen bir maceraya atılırken diğerlerinin kendi gündelik kaygılarıyla uğraşması yadırganmalı mı?

Brueghel'in bize sezdirdiği şey şu sanki: Duyarlılık bekleyemeyeceğimiz kişilerden sorumluluk da talep edemeyiz ve onlar İkarus'un trajedisine kayıtsız kaldıkları için suçlanmamalıdırlar. Bir bakıma belki de ortak trajedimiz bu tablonun tümü göz önüne alındığında hissettiğimiz gerçektir: Bir yanda İkarus diğer yanda çiftçi, çoban, balıkçı ve gemidekiler...

Uyuşmazlık Üzerine

Uyuşmazlık iki insani akış arasında baş gösteren asimetri, dengesizlik durumu olarak tanımlanabilir (belki). Uyuşmazlığı formüle etmek için iki akışın karşılaştığı anı paranteze alıp ayrıştırıyoruz; biricikiğinden, öznelliğinden soyutlayarak pozitif hukukla karşılıklılık kuruncaya dek benzer olaylara yakınsama (convergence) işlemine tabi tutuyoruz. Öte yandan insanlar zamansal (zaman içre) varlıklar. Uyuşmazlığın çözümüne yönelik çaremiz paranteze aldığımız akışkan anı ve olayı sabit kodlara tercüme (daha doğru bir deyişle transpoze) etmek ve buradan çıkacak yeni “metni” diğer tarafa dayatmak.

Uyuşmazlığın tarafları büyük akıştan koparılmış olayı tekrar tekrar düzenliyor, kurguluyor, bağlamından koparılmışlığına katlanmak zorunda kalarak onunla bir travma gibi yüzleştiriliyor. Sonuçta her bir taraf kendine ait bir tür haklılık yanılsaması geliştirerek dışsal müdahalenin yarattığı sapmayı telafi etme yolunu seçiyor.

Kimbilir daha kapsayıcı bir bakış açısı Ernst Jünger’in önerdiği gibi mantıksal neden-sonuç ilişkisini tersine çevirerek içinde yaşadığımız dünyada hepimiz potansiyel mağdur veya fail olduğumuzu ve böyle bir dünyada her an uyuşmazlıklarla karşılaşılabileceğinin bilincinde olmayı içerir.

Şiddet - Meşruiyet vs.

Şiddeti neden sevmeyiz? Öngörülemez, kestirilemez, telafi edilemez sonuçlara yol açma potansiyeli olduğu için. Bu nedenle kimine göre uygarlık tarihi şiddeti minimize etme süreci olarak da okunabilir*; şiddet tekeli devlete verilmiş ve en azından yurttaşlar arasındaki şiddet, cezaların caydırıcılığından da destek alınarak önlenmeye çalışılmış. Peki devletin şiddet tekelini kullanması nasıl meşrulaştırılıyor? Halk egemenliği aracılığıyla... Genel oylama sonucu yasa koyucular ve yasa uygulayıcılar belirleniyor, şiddet kullanmanın sınırları ile şiddetin hangi koşullar altında kullanılabileceği belirleniyor. Devlet şiddet tekelini uygularken zaman zaman "öngörülemez, kestirilemez, telafi edilemez" sonuçlar ortaya çıkıyor fakat bunlar da cezai ve hukuki sorumluluk normları uyarınca tazmin edilmeye çalışılıyor.

Hiçbirimiz sıkıcı Neo-Kantçılardan olmak istemeyiz ama bu tartışmada elleri güçlü görünüyor. Usullerin (prosedürlerin) bu nazik konuda meşruiyet sağladığını, devlet ajanlarınca şiddet kullanılırken olabildiğince ihtiyatla davranılmasına zorladığı düşünülebilir.**

Peki devlet-dışı bir entite bir ulus-devletin bir kısmında alternatif bir iktidar ilan ederse ne olur? Elbette, (ulus-)devletin şiddet tekelini de tanımadığını da zımnen ilan etmiş olur. Kendi şiddet mekanizmasını oluşturur veya halihazırdaki şiddet mekanizmasını işe koyar. Meşruiyet? Belli bir teritoryal bölgede çoğunlukta olduğunu ilan etti zaten ama aynı bölgedeki diğer temsilcilerin bulunmadığı bir konvansiyon söz konusu ise bu bir zaaf teşkil eder. İkincisi, kendi şiddet mekanizmasının tabi olduğu hukuki çerçeveyi ilan etmedi ise bu da bir zaaftır. Ve nihayet, uygulayacağı şiddetin neden olabileceği "öngörülemez, kestirilemez, telafi edilemez" sonuçlara karşı nasıl bir cezalandırma ve tazmin yöntemi izleyeceğini bildirmedi. Bu da üçüncü zaafı. "Olağanüstü hal" kurumuna dayanıldığı öne sürülebilir ama bunların hangi koşullarda ve hangi süre boyunca geçerli olacağının belirtik olması gerekir. Bu da karşılanamıyorsa en azından günümüzdeki hegemon anlayış olan "liberal demokratik" paradigmanın dışına taşıldığı sarihtir.

Bu bağlamda yine sıkıcı olma pahasına Neo-Kantçı bir terim kullanarak demek gerekir ki tartıştığımız bağlamda ulus-devlet "daha iyi argümanın gücüne (power of the better argument)" sahipken diğer entitenin meşruiyet sorunuyla karşı karşıya olduğu açıktır. Dolayısıyla tartışma veya müzakere (deliberation) sürecekse başka bir kavramsal çerçevede sürmesi daha makuldür.


* Örneğin, Steven Pinker'a göre II. Dünya Savaşı sonrasından bugüne dek uzanan 65 yıl şiddetin en az yaşandığı zaman dilimi. İlk bakışta inandırıcı görülmüyor ama yazar, geçen yüzyılla ilgili binlerce kitap varken ve o zaman olup bitenleri hala hararetle tartışırken 13. yüzyıldaki Moğol istilalarının korkunç sonuçlarını uzmanlar dışında pek kimse bilmediğinden biz yakın tarihteki savaşların etkilerini abartmaya eğilimli olduğumuzu düşünüyor.

** Tabii, Mehmet Ağar'ın sadece 5 yıla mahkum olduğu bir ülkede ve zamanda bu teze rezerv koymak gerekiyor. "Saf hukuk" alanında kalırsak hukukun icra edildiği ideolojik ve sosyolojik iklimi gözden kaçırma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız.


Spinoza Örümcek Dövüştürmekten Neden Keyif Alıyordu?

Daha önceki notumda Colerus’un Spinoza biyografisine referansla, filozofun örümcek dövüşü izlemeye bayıldığı geçiyordu. Tuhaf bir zevk! Hilmi Yavuz Okuma Notları’nda, Gilles Deleuze’ün de Spinoza, Pratik Felsefe kitabında bu anektoddan bahsettiğini ve bunun esbab-ı mucibesini açıkladığını belirtmiş. Kontrol ettim, gerçekten de Deleuze şöyle diyor:

Bir yerlerden örümcekler bulur, onları bir yolunu bulup dövüştürür: ya da bir sinek yakalayıp örümcek ağına atardı. Ve örümcek dövüşünden öylesine keyif duyardı ki, bazen kahkahalarla gülerdi.”

Bu satırlardan sonra Deleuze bir dipnot açarak şu yorumu yapıyor:

Bu öykünün sahih olması gerekir; çünkü, Spinoza düşüncesine gönderme yapan birkaç yönü var. Örümcek dövüşü ya da örümcek-sinek savaşımı, Spinoza’yı birçok nedenle büyülemiş olmalı: 1) Zorunlu ölümün dışsallığı (exteriorité) açısından; 2) Doğadaki ilişkilerin düzenlenmesi açısından (ağ örümceğin dünya ile nasıl bir ilişki kurduğunu ifade eder; mesela sinekle kurduğu ilişkiye uygun düşen biçimi); 3) Yetkinliğin (perfection) göreceliği açısından (insanlar arasında yetkin olmazlık durumuna tekabül eden savaşın, farklı bir öz’e, örneğin böceklerin öz’üne ilişkin olduğunda nasıl, tersine yetkinliği imliyor olması açısından).

Hilmi Yavuz alıntısını burada bitiriyor (2. maddeyi eksik çevirmiş, ben tamamlamaya çalıştım). Evet, bir şeyler anlaşılıyor ama tam değil. Deleuze’ün kitabına bakıp bu satırları hangi bağlamda yazdığını gördüğümde Yavuz’un alıntısı biraz daha berrak hale geldi –tabii doğru anladıysam.

Deleuze'e göre, Spinoza’nın yaşamında ve düşüncesinde pozitif, olumlayıcı bir hayat tasarımı vardır. Fakat insanlar bunun tam tersine hayata nefret ve utançla bakar, özyıkıma eğilimlidirler, ölümü kutsar, papazın, yargıcın ve askerin yasakları, kuralları ve emirleriyle hayatı boğucu hale getirmesine göz yumarlar, özgürlükleri uğruna mücadele ettiklerini sanırken kendi köleliklerinin yollarını açarlar. Spinoza bu duruma "evrenin ve insanlığın yadsınması" der.

Bu bağlamda, ölüm insanlarda içsel bir olgu iken hayvanlarda dışsal bir olgudur. Ağa kısılmış sinek ile onu yok etmeye gelen örümcek yalnızca kendi yetkinliklerinin göreceliği açısından birbirleri ile ilişkiye girmektedirler. Hayvanlar yalnızca kendi doğalarına uygun hareket etmektedirler. İnsan ise tam tersine -yukarıda bahsedildiği gibi- kendi öz’üne ve yetkinliğine uygun olmayan bir tarzda yaşamakta ısrar etmektedir.