Perşembe, Şubat 14, 2013


Kötülük Kol Gezerken

Tony Judt’un 2010’daki ölümünden önce yazdığı Kötülük Kol Gezerken’in ilk sayfalarını kat ederken kitabın geri kalanını okumaktan pişman olacağımı hissettim. Sosyal demokrasinin çağdaş bir savunusu olarak nitelenebilecek kitap bir takım malumu ilamlarla, barizi ibrazlarla yola çıkıyordu zira…  “Gençliğimizi bu tezleri dinleyerek ve -daha da kötüsü- terennüm ederek heba ettik” diye içimden geçirmedim desem yalan olur. Neydi bunlar? Neo-liberalizm ideolojik hükümranlık tesis etmiş, II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan refah devletinin kazanımlarını ortadan kaldırmıştı. Halbuki bir ülke mutlak gelir eşitliğine ne kadar meylederse orada yaşam beklentisi o kadar yüksek olur, suç oranı düşerdi vb. Allahtan ilerleyen sayfalarda Judt uzmanlık alanı Modern Batı Tarihi'nden ayrıntılarla tezlerini geliştirmeye başladı da pişmanlığım yavaş yavaş dağıldı. Anlattığı tarihsel olaylara eşlik eden özgün görüşleriyle tanışmaktan memnun kaldığımı söyleyebilirim.

Judt en başta Keynesyen politikaların 1929 Krizi’nin hasarlarını tamir etmesindeki ve Batı’da savaş sonrası inşa edilen refah devletinin oluşmasındaki rolunü uzun uzadıya anlatmış. "Ekonomik planlama, tam istihdam, kademeli vergilendirme, yüksek kamu yatırımları" gibi sosyal demokrat reçetelerin bahsi geçen dönemde hem merkez sağ hem de merkez sol iktidarlarca benimsenen programların olmazsa olmaz unsurları olduğunun altını çarpıcı bir örnekle çizmiş: Britanya’da 1950’lerin ortasındaki ekonomi politikaları öylesine yeknesakmış ki buna Muhafazakar Parti’nin bakanı R. Butler ile İşçi Partisi lideri H. Gaitskell’den ilhamla Butskellizm denmekteymiş.

Daha sonraki bölümlerde Judt tarihçiliği bir yana bırakıp düşüncelerini dolaşıma sokmaya başlıyor. Sözgelimi kamusallığın toplum yaşamındaki indirgenemez konumunu tartışırken güven kavramının en bireyci toplum modellerinde dahi esas olduğuna vurgu yapıyor. Vergi ödeyerek belki hiçbir zaman yararlanmayacağımız sağlık hizmetlerine, üzerinden asla geçmeyeceğimiz yollara, biz öldükten sonra dahi etkinliğine devam edecek enerji santrallerine katkıda bulunuruz.  Dolayısıyla bu tür bir kolektivizm, zımni veya açık dayanışma toplumsal yaşamın idamesi için zorunludur.   

Judt’a göre güvenin istismar edilmemesi, yurttaşlardan talep edilen fedakarlığın adilce dağıtılması çağdaş sosyal demokrasinin öncelikli görevlerindendir. Hatta işçilerin aleyhine gözükse dahi "genel fedakarlığın eşit dağıtılması" ilkesini zedeleyen politikaların gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyor: Örneğin “Geçen yüzyıllarda çetin sendikal savaşımlar sonucu elde edilen sosyal haklar sayesinde yıpranma payı hesabı ile erken emekli olabilen makinistler günümüzdeki çalışma koşulları göz önüne alındığında bu ayrıcalıktan hala yararlanmalı mı?” sorusunu ele alalım. 20. yüzyılın başındaki şimendifer teknolojisi nedeniyle emek yoğun çalışan makinistle günümüzde görevini klimalı bir kabinde bir direksiyon tutarak yerine getiren makinistin aynı haklardan yararlanması doğru mudur? Tartışmaya kışkırttığı tartışmasız.

Judt’u diğer solcu yazarlardan ayıran görüşlerinden bir diğeri de 68 Kuşağına bakışı: Genelgeçer kanının aksine bu kuşağın yaşam tarzı radikalizmini ön plana çıkararak Sol’u ayrıştırdığını savunuyor. “Savaşma seviş”, “do it yourself (kendi işini kendin yap)”, “kafana göre takıl” sloganlarıyla ifade bulan kişisel özgürlüğü ön plana çıkarma eğilimi eski Sol’un geleneksel destekçisi mavi yakalı işçi kitlelerinin taleplerinden çok uzak düşüyordu (ne var ki paradoksal biçimde 68’liler 3. Dünya Ülkelerindeki mazlumların, ulusal kurtuluş savaşı veren ezilenlerin yanında olduklarını ifade etmekten kaçınmıyorlardı).

90’lardan sonra sol fikriyata hakim olan ulus-devlet eleştirisine aykırı bulunabilecek tezleri de geçerken not etmek lazım. “Bizi birbirimize bağlayan” eski medya ulusal siyasi tartışmaların kamuoyuna mal olmasını sağlıyorken bugünün gençleri internet aracılığıyla oluşturdukları ulus-aşırı cemaatlerinde kendi gündemleriyle meşguldürler, ulusal güvenlik örgütlerinin yerini özel şirketler almıştır, yerel insan kaynağından beslenen ulusal futbol kulüplerinin oluşturduğu futbol liglerinde artık yabancı sahiplerce istihdam edilen 3. Dünyalı gençler top koşturmaktadır. Bunların yanı sıra farklı sınıflardan insanların bir arada yaşadığı semtler boşalırken toplumun varsıl kesimi  korunaklı sitelerinde tehlikelerden azade bir yaşam sürmektedir vb. Bütün bunlar ortaklık duygusunu yok etmektedir; kamusal hayatın parçalanmasına yol açmaktadır.

Peki kaçınılmaz olarak “Ne yapmalı?” sorusuna geldiğimizde Judt "Her şeyi kapsayan Büyük Anlatılar gözden düştüğüne ve dine de geri dönemeyeceğimize göre hangi değerler etrafında birleşebiliriz?" meselesini ele alıyor. Bugünün sosyal demokratlarına ihtiyatlı olmalarını tavsiye ediyor öncelikle; “makul bir zenginlik düzeyinin, kabul edilebilir bir tavizin, adil ve da iyi bir çözümün” cazibesi ortadadır. Karşılıklı mutabakat içinde arzularımız kısıtlayarak sözgelimi zenginlik yaratmak ile çevrenin korunması arasında denge kurma ödevi ile karşı karşıya olduğumuz gerçeği bizi ihtiyatlı olmaya sevk eder. 

"Ezberimiz aksini dayatır ama ilericilik ile ihtiyatlılık arasında yakın bir bağ vardır." Ortak imgelemde Sol köktenci, yenilikçi, yıkıcı olarak kabul edilse de değişimin ezdiği, yok ettiği unsurları hesaba katmak konusunda sosyal demokrasinin saygın bir mirası olduğunu savunuyor Judt. “Fransa’da Sosyalist lider Jean Jaurés, 20. Yüzyıla yeni girildiği sıralarda meslektaşlarına büyük mağazalarla seri üretimin yükselişi arasında ezilen küçük esnaf ve zanaatkarları desteklemesi için” yalvarmıştı örneğin.

Bununla da yetinmeyen Judt meşhur muhafazakar yazar Edmund Burke’ün toplumun “sadece yaşayanlar arasında değil, aynı zamanda sağ kalanlarla ölmüşler ve doğacak olanlar arsında da bir ortaklık” olduğunu yazdığını anımsatıp günümüzün sosyal demokratlarına eski dünyayı aramızda bırakmak ve var olan her şeyi kökten eleştirmek gibi bir aceleciliğe (tekrar) düşmemeyi öğütlüyor.

Judt’a göre sosyal demokratlar mütevazı olmalarıyla marufturlar fakat 20. yüzyıldaki başarısızlıkları ile ilgili daha az özür dilemeli, başarılarını ise daha çok vurgulamalıdırlar. Zira bireycilikle malul günümüz dünyasında daha iyi bir seçenek bulunmamaktadır.

Kitabı bitirdiğimde Judt’un “realist” bir sosyal demokrat olduğunu, mümkün olanın peşinden gidilmesini salık verdiğini düşündüm. Yalnız bir sorun vardı: Judt görüşlerini ziyadesiyle Batı-merkezli bir perspektifle oluşturmuştu ve dolayısıyla sosyal demokrasinin krizinin, eşitsiz gelişim nedeniyle sermayenin emek-yoğun üretimini çevre ülkelere kaydırması gibi etkenler sonucu Batı'daki Keynesyen uzlaşmanın ortadan kalktığını gözden kaçırmaktaydı. Bir başka açıdan, şikayet ettiği "demokrasi açığı"nın nedenlerinden biri de sosyal demokrasinin kitleleri mobilize etme, bireyciliği aşma perspektifinden yoksun olması, iyi yönetimi iktisadi rasyonaliteye ve teknokratik tahayyüle indirgemesi değil miydi?  

Yine de her şeye rağmen, kitabın erdeminin her türlü önyargıyı bir yana bırakmayı başarmış ölümün eşiğindeki bir entelektüelin günümüzün ilericilerine "içtihat kapısını" aralamaya sevk etmesi olduğunu teslim etmek gerek.

Tony Judt yakalandığı ALS hastalığı nedeniyle Ağustos 2010’da aramızdan ayrıldı. Dinince dinlensin! 

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home