Cuma, Ağustos 19, 2011


Anlatı Kahramanı Olarak Bach?

Bu metin Doxa’nın 5. Sayısında yayınlanmış. Adamım Pascal Quignard’ın hangi kitabında yer aldığını bulamadım. Anlaşıldığı kadarıyla Johannes Colerus’un 1705’te yayınladığı Spinoza’nın Hayatı (buna ulaşabildim) gibi biyografik verilere hayal gücü, Etika gibi "doğrudan" kaynaklara sohbet havası katarak bizim gibi meraklılar için harika bir metin çıkarmış. Şöyle başlıyor:

Ufak tefek, narin ve Portekiz kökenliydi. Yahudi olarak doğmuştu. Colerus, Amsterdam belediye meclisi üyelerinden birinin de ayıpladığı gibi, üzerinde lekelerin eksik olmadığı bir robdöşambra sarınmış bir halde yaşadığını aktarır. Gümüş tokalı gri ayakkabılar giyerdi. Çorapları yünlü ipektendi. Siyah bir Türk kıyafeti giyer, yakalık takar, siyah manşon kullanırdı.

Kütüphanesinde yüz altmış kitabı vardı. Teleskoplar ve mikroskoplar için cam yontardı. Günlük harcaması dört buçuk kuruştu. Yemeği tereyağlı süt çorbası ve bir bardak biradan ibaretti. Ay boyunca iki buçuk litre kadar şarap satın alırdı. Daha gün ağarırken tezgahının başına geçer, çalışmaya koyulurdu. Cam kütleden elmasla kopardığı her bir parçacığın üzerinde güneş ışınları oynaşırdı. Güneş batarken, işlediği parçanın etrafına saçılmış cam tozlarını avcunda toplayıp çöpe atmaya gittiğini aktarıyor van Rooijen. Mum yakıp düşüncelere dalardı. Günde bir kez pipo içer,ve o sırada bir dostu gelecek olursa, seve seve bir parti satranç oynamaya otururdu. Kutu içinde örümcek dövüşü izlemeye bayılırdı.

Bunu okurken “Aynı formülü Bach’a uygulasak nasıl bir sonuç çıkar?” diye düşündüm. Bir kere elimizde yeterli sayılabilecek miktarda materyal var. Forkel ve Spitta’nın biyografilerinin yanı sıra bir takım resmi evraka ve mektuplara ulaşmış durumdayız. Çok renkli bir hayat olduğu söylenemez tabii ki. Tam tersine, üç göbektir müzisyenler loncasına kayıtlı bir aileye mensup birisinin sıkıcı hikayesiyle karşı karşıyayız. Belli belirsiz motifler eksik değil ama: Cafe Zimmerman’da vakit geçirmekten, pipo tüttürmekten, kahve içmekten zevk aldığını, parasızlıktan ve koristlerin yetersizliğinden şikayet edip durduğunu, Buxtehude’yi dinleyebilmek için 300 km yürüdüğünü, ikinci eşi Anna Magdalena ile mutluluğu yakaladığını biliyoruz. Eni konu sofu bir Lutherci olduğundan kuşkumuz yok, hatta Gül Haç tarikatına üye olduğuna dair tartışmalar hala sürüyor. Terekesinden çıkan kitapların listesi bile elimizde.

Bana düşmez ama böyle bir şeyi denemeye değer. Ben onu en mutlu olduğunu düşündüğüm anlarında yani St. Thomas Kilisesinin vitraylarında kırılan ışığın altında, orgunun başında, üzerinde çalıştığı yeni bir passacaglia veya füg aracılığıyla evrenin sonsuz akışını –nasıl başardığına hala akıl sır erdiremediğimiz biçimde- notalara tercüme ederken düşlemeyi tercih ederim mesela.

Vuslat Başka Alemmiş Hakikaten

Kavuşma anlarına tanık olmak güzel. Erkek partnerlerden bazıları hemen her gün sevgililerini bekliyorlar. Buraya kadar zahmet buyurduklarından ilişkinin henüz oksitlenmediği çıkarsanabilir, bunu hesaba katarak söylemek lazım ama gözlerini kısarak kalabalığı araştırdıktan veya sabırsızlanıp cep telefonlarına sarılarak nerede olduklarını sorduktan sonra birbirlerini bulduklarında çehrelerine birden dolan neşeye tanık olmayı seviyorum.

Buna mukabil ayrılma anları o kadar estetik değil. Son buseyi ne zaman vereceklerine bir türlü karar veremiyorlar. Genellikle kadın koltuktaki yerini alınca erkek, sadakatini sergilemek üzere tren kalkıncaya dek dışarıda beklemesi gerektiğini hissediyor. El sallamalar, kadının “sen git, bekleme”, erkeğin “yok bebeğim, son ana dek seni görmem lazım” jestleri yerini, zaman uzadıkça dikkatlerin dağılmasından mütevellit üzeri kapatılması gereken bir sıkıntıya bırakıyor. Erkeğin kaçamak bakışlarla diğer kadınları süzmesi, kadının çaktırmadan cep telefonunu kurcalamaya başlaması beni üzüyor.


Umut Sarıkaya Estetiğine Giriş

Umut Sarıkaya neden muadillerinden daha komik? Geçen sabah evdekilerden erken uyandığımda milleti rahatsız etmemek için sessiz sessiz gülerek iyice pelteleşmiş karın kaslarımı yorar halde Mürekkep Yayınlarından çıkmış İşimdeyim Gücümdeyim albümüne göz gezdirirken bir yandan da adamın sanatının ana izleklerinin birkaç başlık altında toplanabileceğini düşündüm (ne düşünüyorsun be adam, gül geç işte):

Birincisi, sanırım en fazla, tahsille mutenalaşma gayretine girmiş orta sınıfın bilinç altını gıdıklıyor Sarıkaya’nın işleri. Eteğin altından görünen uzun donlu, tülbente sakız yapıştıran babaannelerle; gözlerine kupon biriktirilerek Yay-Sat bayiinden alınmış ansiklopediler doldurulan, kapakları durduk yere pat diye düşen çekyatların üzerinde; saatli maarif takviminde yazan ama asla rehber alınmayan günün menülerini (Karnıyarık – Melek Pilavı – Cacık) okuyarak; kısmen Halk İslamı (Volk Islam) kısmen Kemalist tedrisatla ama mutlaka ataerkil değerlerle yetişmiş bir kuşağın modernleşme macerasında ofsayta düşüşlerini ustaca sergiliyor. Unutulmaz bir örnek: Sevgililerinin bol salata yenen, piercing’li garson istihdam eden cafe’lere düşkünlüğünden sıtkı sıyrılan erkeklerin buralara yaptığı baskın sonrası tutuklanmalarını tasvir eden tablo.

İkincisi, içimizdeki Oksidantalisti iyi kullanıyor. "Batılı erkekler mezhebi geniş, kadınlar iffetsiz olur, bu insanlar delikanlılık, ahde vefa nedir bilmezler" tarzı önyargılarla bu coğrafyadan bakan birisinin açısından dalgasını geçiyor. Sürekli karakterlerinden Bay Cingılbört’ün bir kokteylde “karınız çok çekici”, “hmm, çok sanslısınız bayım çünkü harika bir eşiniz var” sözlerini “ben yabancıyım bunlara sinirlenmemeliyim hatta sevinmeliyim” düşünme balonculuğuyla karşılamak zorunda hissetmesinin absürdlüğüne gülerken biraz da kendimize gülüyoruz. Bir de Consicons Lidıl Cört (ismi terennüm edip kıkırdıyorum şu anda) var tabii, o da ayrı hikaye.

Üçüncüsü, her başarılı mizahçı gibi onda da yüksek bir gözlem kabiliyeti var ama onu ayrıcalıklı kılan o gözlemleri çoğu kez popüler kültür öğeleri arasına yerleştirerek matraklık katsayısını yükseltmesi. Yine örnekle açıklamaya çalışayım: Bir karikatüründe bidondan bardağa su dökmenin ne meşakkatli bir iş olduğunu anlatmış ama nasıl? Uzaktan bir adam yaklaşıyor ve “Ooo, David Lynch, uzun zamandır görünmüyorsunuz, nerelerdesiniz?” diye soruyor (karikatür anlatmak). David Lynch yere çömelmiş pür dikkat bidondan bardağa su boşaltmaya çalışıyor bir yandan da “Valla benim filmlerimdeki gerilim bu işin yanında hiç kalır” mealinde laf yetiştiriyor. Yine, “abi, benim sağcı arkadaşım da var, solcu da, dincisi de var dinsizi de; önemli olan insan olması” geyiğinin farkında olmak başka şey bunu I. Enternasyonal toplantısında Marx’la, Bakunin’e yaptırmak başka…

Bir de karikatürlerin sağına soluna serpiştirilen ayrıntılar: Örneğin yukarıda bahsettiğim toplantıda kürsüye iliştirilen afişteki program: 1-Açılış, 2 -Konuşma: Tarihsel Materyalist Tarih Tezi, 3-Kapanış: Onur Akın Konseri”


Hayat - Sanat Sorunsalı Üzerine

Geçenlerde bataklıklarla ilgili haberin bir köşesinde buralarda bulunan ve çamurun oksijeni geçirmemesi nedeniyle doğa tarafından mumyalanmış gibi günümüze kalan cesetlerden bahsediliyordu. Örnek olarak da Tollund Adamının resmi konmuştu. M.Ö. 4. Yüzyılda yaşadığı sanılan adamın cesedi 1950’de Danimarka’da bulunduğunda o kadar az bozulmuş haldeymiş ki onu bulan köylüler yeni işlenmiş bir cinayetin maktülü sanmışlar. Boynundaki ip izleri onun asılarak öldürüldüğüne delalet sayılmış. Bağırsaklarındaki yemek bile bozulmamış halde duruyormuş.

Bunu okuyunca Seamus Heaney’in Punishment’ı aklıma geldi; Heaney’in Kuzey Almanya’da bulunan Windeby Kızı üzerine şiiri; “Boynundaki ipin/ ensesinden kuvvetle çekildiğini/ hissedebiliyorum, çıplak/ Tenindeki rüzgarı.” diye başlayan. Windeby Kızı bataklıkta bulunduğunda gözlerinin bir bantla kapalı, bataklığın kızıllaştırdığı uzun sarı saçlarının bir kısmı kafasından kazınmış haldeymiş: “Bataklıkta boğulan vücudunu,/ ağırlığıyla bastıran kayayı,/ suyun yüzeyindeki çubuk ve ağaç dallarını/ Görebiliyorum.” Bunun M.S. 1. Yüzyıldan kalma, ölüm cezasına çarptırılmış genç bir kıza ait olduğu düşünülmüş. Nitekim Heaney de kızın zina yaptığından iple boğulduğu fikri üzerine kurmuş şiirini: “Zavallı günah keçisi/ Seni neredeyse seviyorum/ ama sessizlik taşları atacağımı/ biliyorum.

Çok etkileyici ama hayat her zaman sanatı taklit etmiyor. Heaney’in şiiri yazdığı 1975’ten sonra yapılan DNA araştırmasında daha önce nazenin vücudu, narin yüz hatları, uzun saçları nedeniyle bir kızcağıza ait olduğu düşünülen cesedin 14 yaşında bir erkeğe ait olduğu ortaya çıkmış. Gözleri kapatan bandın da çocukcağızın saçlarını toplamaya yaradığı ve zamanla alnından aşağı kaydığı tezi ağırlık kazanmış. Bu nedenle isim ve cinsiyet tashihi yoluyla Windeby Kızı, Windeby I olarak anılır olmuş.

Peki bunu öğrenmek şiirin gücünden bir şey kaybettirdi mi? Hiç kaybettirmedi diyemem.

Çarşamba, Ağustos 17, 2011


Tanrı Derken?

Hıristiyan misyonerlerin Çin’deki varlığı 13. Yüzyıla kadar uzanmaktaymış fakat bunların sayılarının azlığı ve Avrupayla iletişimlerinin zayıf olması nedeniyle iki kültür arasındaki gerçek etkileşimin mümkün olması için Portekizlilerin 16. Yüzyılda Güney Çin’e gelişine dek beklemek gerekmiş. Cizvit Misyonu, Francis Xavier tarafından kurulmuş ama adı günümüze kalan figür Matteo Ricci S.J. anakaraya 1582’de ayak basmış. Çok yetenekli bir dilbilimci olan Ricci Çinli okuryazar kısmını Avrupa hafıza teknikleri, kartografi bilgisi, sarkaçlı çalar saat ve klavsen gibi Şeytan icatlarıyla etkileyerek sıcak ilişkiler kurmayı başarmış. Bu sayede 1601’de Başkent Pekin’de bir Cizvit Misyonu kurmak için izin koparabilmiş.

Cizvit misyonerler ilk kez bu denli gelişmiş bir kültürle karşı karşıya kaldıklarından bir takım sorunlar gündeme gelmiş. Genel olarak söylemek gerekirse yerel inanışlardaki hangi öğelerin muhafaza edilip hangilerinin reddedilmesi gerektiği misyonerleri muallakta bırakmış.

Sözgelimi, “İncil’deki Tanrı sözcüğü (Yahweh/Theos) Çinceye nasıl çevrilmeli?” sorunu. Cizvitler Çincedeki Tian (Gökler)’ı kullanmayı putperestlikle özdeşleştirdiklerinden Tanrı’yı Shangdi (Yükseklerdeki Efendi) veya Tianzhu (Göklerin Efendisi) olarak karşılamayı yeğlemişler. Fakat bu kez de yeni bir soru türer: Bu terimler pagan Tanrı anlayışının ürünü olduklarından Hıristiyanların Tanrısının akıllara ve gönüllere yerleşmesinin önünde engel oluşturmazlar mı?

Bir başka sorun: Çinli Hıristiyan muhtediler Konfüçyus öğretisindeki atalarına, şehirlerini koruduğuna inanılan ruhlara dua etme ritüllerine devam etmeli midirler? Bu tür davranışlar toplumsal sorumlulukların gerektirdiği kültürel törenler olarak ikincil önemde midirler yoksa Hıristiyan teolojisine aykırı mı addedilmelidirler?

İşte bu meseleler bugün tarihçilerce Çin Ayinleri Tartışması olarak adlandırdığı hadisenin içeriğini oluşturmuş. Cizvitlerin uzlaşmacı, rahat tutumları ve okuryazar, nüfuz sahibi sınıflar içerisinde yaygınlık kazanmaları rakipleri Dominikenleri ve Fransiskenleri olduğu kadar daha sonra Çin’de faaliyet göstermeye başlayan Protestanları da rahatsız etmiş. Tartışmanın büyümesiyle Papa XI. Clement Çin’e bir temsilci gönderir ve akabinde 1715’te Konfüçyusçu pratiklerin Tanrı’ya şirk koşma anlamına geldiğini ve bu tür ayinleri Katoliklere yasakladığını bildirir.

Birkaç gündür dil-kültür, gelenek-din ilişkisi üzerine tekrar kafa yormaya vesile olan ilginç bir tarihi hikaye...

Etimoloji ile Kan(ıtla)mak

The New York Review of Books’un web sitesindeki Paul Theroux denemesi When You’re Strange (evet, The Doors'un şarkısına gönderme)’te yabancı kavramının farklı kültürlerdeki alımlanması konusu incelenirken bir yığın dilden örnek verilmiş. Birkaçı şöyle:

Maori dilinde: pakeha, beyaz adam

Samoa dilinde: palangi, gökten gelen

Japoncada: gaijin. Gai dışarısı, jin kişi sözcüklerinden türeme

Arapçada: ecnebi, kaçınılması gereken kişi

Farsçada: garib, garptan gelen kişi

Meksika İapanyolcasında: gringo, İspanyolcadaki griego yani Grek sözcüğünden gelme.

Bunları okurken bir yandan da “yazar başka ne bekliyordu ki” dedim, “bunda ne ilginçlik var!” Bir şeyi etimolojik kökeniyle açıklamak bize ne kazandırıyor ki? Bu çabayı bu kadar mühim kılan ne? Ama bu o kadar yaygın bir strateji ki…

Gerçekten de okuduğum yüzlerce makalenin, kitabın girişinde yazarlar mutlaka bu bahse girerler. Siyasetten mi bahsedeceğiz! Arapçadaki seyislik etmekten geldiğini mutlaka bilmeliyizdir. Konu ekonomi mi? Yunanca oiko ile nomos’tan yani ev idaresi'nden çağdaş anlamına ulaştığını okumazsak olmaz. Eğitim ile ilgili ahkam keseceksek Frenk dillerindeki education’un Latince educare yani toprağı ekmek sözcüğünden neşet ettiğini öğrenmek de eğitimimizin bir parçasıdır. Ne elalemi eleştiriyorum, ben de aynı şeyi yapmadım mı sanki! Habitat ile ilgili sunumumu medeniyet ile Medine arasındaki, civilization ile civitas arasındaki akrabalıkla açıklayarak başlamış, kentleşme ile uygarlık aynı süreçlerdir tezime destek aramamamış mıydım!

Etimolojiye gereğinden fazla değer verildiği düşüncesi uzun zamandır aklımın bir köşesinde rüşeym halinde mevcuttu. Nihayet kendime desteği geçen yıl okuduğum bir makaledeki dipnotta buldum: Fransız eleştirmen Jean Paulhan, La preuve par l'étymologie (Etimoloji ile Kanıtlamak) adlı kitabı ile bana "yalnız değilsin evlat" diyesiymiş.

Yine örnekle ilerleyelim: Paulhan Fransızcadaki foie (ciğer) sözcüğünün Latince ficus (incir) sözcüğünden geldiğini zira Romalıların ciğerin içine incir doldurarak pişirdiklerini bilmemin mutfak tarihi hakkında bize birşeyler ifade etmesine karşın sözcüğün güncel anlamı hakkında hiçbir şey söylemediğini düşünüyor. Bilakis, diyor Paulhan, etimolojinin bizi yanlış yönlere sürüklemesi daha olasıdır sözgelimi Chrétien (İsevi) ile crétin (sersem)’in aynı kökten geldiği düşünülürse. Paulhan bu yüzden etimolojinin mantık ile bilimin topraklarından sürülüp ait olduğu retorik sanatının ülkesine buyur edilmesi gerektiğini savunmuş. Orada yaratıcı kıvılcımların çıkmasına yardımcı olacak olanaklar sağlayabileceğini düşünüyor. Freud’un Espri Sanatı kitabındaki gibi mesela: Leidenschaft (tutku) bir leiden schaft (acı veren, acıya neden olan)’tır.

"Parlak" Fikirler

Kitabın Türkçeye çevrildiğini biliyordum ama gidip onu alacak kadar da ilgi duyduğum söylenemezdi. İnsanın kusurlarıyla gurur duyması, sağda solda bunun şakasını yapması hoş karşılanacak şey değil bence. Bir yandan da merakım da gıdıklanıyordu doğrusu. Neyse ki metnin tamamı internette vardı*, ara sırada dönerek okumakta bir sakınca görmedim.

Kyreneli Synesios (370 - 413)’un Kelliğe Övgüsü’nden bahsediyorum. Bir başka sofist olan Altın Dilli Dio’nun Saça Övgüsü’ne yanıt olarak yazılmış. Nerede rastladığımı anımsamıyorum, hiç akla hayale gelmedik şeylere, örneğin farelere, hastalıklara övgü yazmak bir tür retorik alıştırması kabilindenmiş. Antikitede böyle eğleniyorlarmış demek.

Synesios’un metni de aradan geçen 1600 yıla rağmen yer yer komik sayılabilir; kelliği saçlı olmaktan ne açılardan yeğ tuttuğunu anlatırken özellikle:

- İnsanın yaratılmışlar arasında en az tüylüsü olmasının hikmetini düşündünüz mü? Çünkü insan hayvanların en akıllısıdır. Koyunlara bakın: Hayvanların en aptalı olan bu yaratıkların her tarafı tüylerle kaplıdır. Ama tazılar öyle mi? Onlar az tüylü olduklarındandır ki en zeki hayvanlardan biridir.

- En değerli duyu organlarımızın tüysüz olduğunu vurgulayalım. Kulaklarımızda az da olsa vardır ama en değerlisi gözümüz tertemizdir. İşte insanlar arasında en kıymetlileri de kel olanlardır.

- İnsan ırkının en zeki iki ismi Diyojen ve Sokrates’in sırma saçlı olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Kafalarının dışı da içi kadar parlaktı.

- Güneşe ve aya bakın. Bunlar küre şeklindedir, değil mi? Ve küre bütün şekiller içinde doğadaki kusursuzluğu temsil edendir. Peki kel bir kafa en çok neyi andırır? Evet, bildiniz.

- Işık aydınlığı temsil eder, o olmadan yaşam olmazdı, o herşeyin kaynağıdır. Karanlık ise olumsuzlukların, ölümün sembolüdür. O halde doğadaki ışığı yansıtan-çoğaltan bir kafanın gölge yapan, güneşin hüzmelerini engelleyen saçlı kafadan üstünlüğü su götürür mü?

Argümanlar böyle çoğalıp gidiyor. Bir de Perslerin Makedonyalıları saçlarından tutup yere çalarak yenmelerinin hikayesi gibi tarihi anektodları da eklemiş ki tam olmuş.

Hüküm cümlesi: Bir kel olarak ben pek eğlendiğimi söyleyemem. Zaman zaman Orson Welles'in lafını değiştirerek kullanırım: Ben saçlı olmanın nasıl bir şey olduğunu biliyorum ama siz kel olmanın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorsunuz. Bana kalırsa en kötü saç saçsızlıktan iyidir.

* http://www.livius.org/su-sz/synesius/synesius_baldness_01.html


Sevgilinin Yüzündeki Kırışıklıklar Üzerine
 
Walter Benjamin'i çok sevdiğimizden ve daha sonraki kısa yaşamının trajik biçimde sona erdiğini bildiğimizden biz erkek milleti onun Asja Lacis'e duyduğu aşkın iade edilmesini içten içe dileyen gözlerle okuyoruz belki Moskova Günlükleri'ni. Ama aynı kentte bulundukları iki aylık sürede duygular pek bir yere varmadan akim kalıyor. Zor işler bunlar. 

9 Aralık 1926 tarihli notlarında "... Asja geldi. Ona hediyelerini verdim: Bir bluz ve çorap. Konuştuk biraz. Gözlemlediğim kadarıyla ikimizi ilgilendiren hiçbir şeyi unutmuyor. (...) Gitmeden önce Tek Yönlü Yol'daki kırışıklıklarla ilgili bölümü okudum ona." demiş Benjamin.

Kırışıklıklarla ilgili bölüm mü? İlginç. Baktım: Evet, ancak Benjamin'in fikri zarafetiyle ulaşılabilecek vargılar. İlgili bölüm şöyleymiş:

Seven erkek sevdiği kadının yalnızca “kusurlarına”, kaprislerine ve zayıflığına bağlanmaz. Yüzündeki kırışıklıklar, benler, pejmürde giysiler ve yamuk yumuk yürüşü herhangi bir güzellikten çok daha kalıcı ve dinmek bilmeyen bir biçimde onu sarar. Bu uzun zamadır bilinen bir gerçektir. Peki, nedeni ne olabilir? Duygularımızın beynimizle alakalı olmadığına, sözgelimi bir pencereyi, bir bulutu, bir ağacı beynimizde değil de bunları gördüğümüz yerde deneyimlediğimize dair teori doğru ise bu durumda sevdiğimiz kadına baktığımızda da biz kendi benliğimizin dışında bir yerlerdeyizdir --bir gerginlik ve büyülenmeden oluşan cehennemde. Bir kadının ışıltısıyla kamaşan duygularımız bir kuş sürüsünün kanatlanışına benzer. Kuşlar nasıl bir ağacın yapraklarla gizlenmiş kuytularında saklanırsa duygularımız da sevdiğimiz kadının gölgeli kırışıklıklarına, sarsak hareketlerine ve göze çarpmayan lekelerine sığınır. Ve dışarıdan bakan hiç kimse bunların kusurlu ve bahsi açılmaması gereken yerlerde olduğunu tahmin etmez.

"Sevgi Haksızlığa Sevinmez"

Politik düşünce aleminde son zamanlarda “sevgi”ye zaman kalması, ona yer açılması dikkatimi celp ediyor. Ben kişisel olarak bundan hoşnutum zira duygular yaşamda bunca önem arz ederken düşünce insanlarının bunları ihmal etmesi tolere edilemeyecek bir eksiklik olurdu. Gerçekten de insanların bazen yaşamsal riskler alarak kamusal alana çıkmasını, başka öznelere eklemlenip daha iyi bir dünya arayışına dair taleplerini ifade etmelerini salt çıkarla, statü kaygısıyla vs açıklamak güdük olurdu.

Alain Badiou St. Paul; Evrenselciliğin Temellendirilmesi’nde nihai olarak adalete yönelen etik deneyimin dört uğrağını inayet, iman, sevgi ve umut olarak sayar. İyi talebi evrenseldir, buna inayet (charis) diyor. Özne inayete erer yani iman (la conviction) eder. Bu an öznenin ortaya çıktığı, beyan olduğu andır aynı zamanda. Sevgi kendi iyi’sine bağlanmış öznenin pratik emeğidir. Sevgi özneye tutarlılık veren, onun sebat etmesini sağlayan şeydir ve o da kendini adalete umut sayesinde bağlar.

Michael Hardt & Antoni Negri’nin Ortak Zenginlik’inde ise sevgi, yoksulluk ile birlikte iki temel izlekten biridir. O kadar esasa aittir ki biyopolitik emeğin toplumsal üretiminden alternatif modernite projesine kadar geliştirdikleri tüm kavramları birbirine bağlayan ve onları canlı kılan şeyin sevgi olduğunu ifade ederler. Bunun pek alışılmadık bir şey olduğunu kabulle sevginin rahiplere, psikanalistlere ve şairlere bırakılmayacak kadar önemli bulduklarını belirtirler. Mülksüzlerin daha iyi yaşaması için yaşamsal olan dayanışma ve toplumsal üretim formlarının oluşturulmasında, dolayısıyla yeni öznellikler kurulmasında bu duygunun oynadığı merkezi role dikkat çekerler. Sevgi aynı zamanda duygulanımsal (affective) ağların, işbirliği planlarının vs kurulmasını sağlaması anlamında ekonomik bir güçtür de. Nihayet sevgi ontolojik bir olaydır çünkü Varlık sevgi aracılığıyla inşa edilir. Spinoza’nın kullandığı biçimiyle sevgi dış bir neden dolayımıyla neşemin, yaşama sevincimin artmasıdır. Bu sayededir ki daha kudretli bir bedene ve akla kavuşarak Tanrı sevgisine ve diğer varlıklarla ortaklaşmaya yönelebiliriz.

O halde Alain Badiou'nun yaptığı gibi hemşehrimiz Tarsuslu Paul'den aldığımız esinle bitirelim:

Eğer insanların ve meleklerin dilleriyle konuşsam, ama sevgim olmasa, ses çıkaran bir bakır ya da çınlayan bir zilden farkım olmaz. Eğer peygamberlikte bulunabilsem, bütün sırları bilsem ve her türlü bilgiye sahip olsam, eğer dağları yerinden oynatacak kadar büyük bir imanım olsa, ama sevgim olmasa, bir hiçim. (St. Paul'un Korintliler'e Birinci Mektubu 13: 1-3)

Judith Holofernes'in Kafasını Keserken

Caravaggio’nun tablosu Judith Holofernes’in Kafasını Keserken, hikayesini Eski Ahit’teki Judith’in Kitabı’ndan alıyor. Asur Kralı Nabukadnezar’ın komutanı Holofernes, göz koyduğu güzel dul Judith’in şehri Betulya’yı fethetmek üzere kuşatmadadır. Judith komutanın kendisine olan düşkünlüğünü kullanarak hizmetçisi ile birlikte Holofernes’in çadırına gider. Holofernes bu ziyaretten öyle mutlu olmuştur ki hayatında hiç içmediği kadar şarap içer.* Judith komutanın şarhoşluğundan faydalanarak kılıçla onun kafasını gövdesinden ayırıp hizmetçisinin yanında getirdiği torbaya koyarak Betulya’ya döner ve hemşehrilerine düşmandan kurtuldukları müjdesini verir.

Caravaggio’nun tablosuna bu kontekstten haberdar olmadan bakıyor olsak bile Judith’in ışıklı yüzü, müdebbir tavrı ile Holofernes’in sefih, çirkin mimikleri arasındaki keskin karşıtlık kafa kesme eyleminin haklı bir amaca hizmet ettiğini betimlemeye yetiyor adeta. Yaptığının korkunçluğuna rağmen Judith'in kılıcı tutuşundaki acemilik ile yüzündeki sakınganlık onun bir cani olamayacağını ele veriyor. Efendisinin yaydığı zarafet ile kontrast oluşturan yaşlı hizmetçi öldürme eyleminin tüm karanlığını yüzündeki çizgiler ve bakışındaki dehşetle üstleniyor sanki.

Spinoza’nın farkettiği gibi her ikisi de annesini öldürmesine rağmen Orestes’in eylemine olumlu bir anlam yüklenirken Neron’unki lanetlenir. Zira birincisi babasının intikamını almak için diğeri ise tahtını sağlamlaştırmak amacıyla bu eylemi gerçekleştirmiştir. Caravaggio'nun kompozisyonu o kadar güçlü ki izleyici Judith'in uyguladığı şiddetin meşru olduğu izlenimini peşinen ediniyor.


* And Holofernes was made merry on her occasion, and drank exceeding much wine, so much as he had never drunk in his life. (13:20)

Hayvansever Olmak Suç mu?

The New York Review of Books web sitesindeki Timothy Snyder makalesi* (Toleration and the Future of Europe [Hoşgörü ve Avrupa’nın Geleceği]) Norveç katliamı sanığı Anders Breivik’in manifestosunda İslam’ın Avrupa’daki ilerleyişini durduran, II. Viyana Muhasarasını dağıtan muzaffer komutan olarak selamlanan “Jean Sobieski’nin ordusunda Müslüman Tatarların da bulunduğundan haberdar olsaydı Breivik ona yine hayranlık duyar mıydı?” diye soruyor.

Makalenin bir yerinde Snyder 12 Eylül 1683 Pazar günü Kahlenberg’den Viyana surlarını kuşatan Osmanlı ordusuna akın eden Leh sipahilerin bir Türk vakanüvisi tarafından şöyle tarif edildiğini yazmış: “Önüne gelen herşeyi unufak eden kara bir testere seli gibilerdi.”

Bu vakanüvisin kim olabileceğini merak ettim. İ.H. Uzunçarşılı’nın Büyük Osmanlı Tarihi’ne baktım: Görünüşe göre bu ibare sefere bizzat katılmış Hasan Esiri’nin Mi’yar-üd-düvel isimli eserinde geçiyor olmalı. O güne dair anlatımlarda ondan bol bol alıntı yapılmış. Bu sayede saati saatine ne olup bittiğini öğrenebiliyoruz. Örneğin Osmanlı'nın büyük gerilemesini şuradan başlatabiliriz bir bakıma:

Vezir-i Azam Mustafa Paşa akşam saatlerine kadar çarpışsa da 17:30 sularında sancağ-ı şerifi alıp çekilir. Uzunçarşılı “bütün eşyası, hazinesi çadırında kaldığı gibi 300 top, 15.000 çadır, hesapsız harp levazımı, ordu hazinesi, hulasa ordunun bütün eşyası”nın geride bırakıldığını yazmış. Jean Sobieski karısına gönderdiği mektupta** ayrıntıya girmiş:

“Vezir-i Azam’ın çadırında bulduğumuz ilginç ve şaşırtıcı şeyler arasında çok tuhaf papağanlar, birkaç cennet kuşu, vezirin banyosu, çeşmeleri ve öldürmektense bize canlı bırakmayı seçtiği bir iki devekuşu da vardı.”

Hayvansever olmak suç değil ama cenk meydanında da... Bilemiyorum.

* http://www.nybooks.com/blogs/nyrblog/2011/aug/10/anders-breiviks-historical-delusions/

** http://personal.ashland.edu/~jmoser1/enlight/sobieski.htm

Perşembe, Ağustos 11, 2011

Duvar Kağıdının Estetik Değeri Üzerine

Kant Yargı Gücünün Eleştirisi’nde güzelliği ikiye ayırarak ele almış: Serbest güzellik (pulchritudo vaga) ve bağımlı güzellik (pulchritudo adhaerens)... Birincisi için nesnenin ne olacağına dair bir önkoşul bulunmazken, ikincisinde bir nesne ve onun belli bir amaca yönelmiş olması gerekir. Serbest güzellik kendi kendine yeten güzelliktir. Kant önce çiçek örneğini veriyor. Botanikçiden başka hiçkimse bir çiçeğe baktığında “ahanda şurası dişicik tepesi, polenler burada ne de hoş çimlenmişler yahu” demez ama hepimiz çiçeklerin güzel olduğunu düşünürüz. Verdiği örnekler arasına duvar kağıdı süslemelerini de eklemiş. “Biz amaçlarının ne olduğunu gözetmeksizin bizde bıraktığı hoşluk duygusundan ötürü bunları güzel buluruz” diye bağlamış.

Geçenlerde G.K. Chesterton’un On Lying In Bed (Yatakta Yan Gelip Yatma Üzerine) adlı (nüktedan) yazısını okurken Kant’la aynı düşünceyi paylaşmadığını gördüm. Chesterton tavana kadar uzanan renkli bir kalemi olsaydı yatakta uzanmanın harika bir şey olacağını düşünürmüş ama böyle bir şey pek mümkün gözükmediğinden evinde üzerinde birşeyler çiziktireceği boş bir yer ararmış. Cyrano de Bergerac’ın dediği gibi "Il me faut des géants" (Bana devler lazım) ekolüne mensup olduğundan kağıtlar ona dar gelirmiş:

Duvarlara baktım; ne var ki onlar da duvar kağıtlarıyla kaplanmıştı, duvar kağıtları da hepsi aptalca birbirine benzeyen yavan motiflerle… Güzelim duvarlarımın üzerine (herhangi dini veya felsefi bir anlamdan yoksun) keyfekeder bir sembolün bir tür suçiçeği gibi serpiştirilmesinin sebebini anlayamıyorum. Kutsal Kitap “Kafirlerin yaptığı gibi yapmayın, gereksiz tekrarlardan kaçının” derken galiba duvar kağıtlarını kast ediyordu.